Mutlu olma ihtimalimiz II / İnsanlık hikayemiz
Konumuz ağır ve derin, mutlu olma ihtimalimiz üzerine düşünüyoruz ve açılış yaptıktan epey sonra bu söyleşiyle en baştan başlıyoruz; insanlık hikayemiz. Başımıza gelenler aynı olsa da, yaşadığımız; komedi mi, dram mı, trajedi mi yoksa başka bir tür mü bu, tarihimizin/tarihin o anında, hayatı algılayışımıza da bağlı ve herkes için farklı, çünkü her birimiz çok farklıyız. Konuğum uzun yıllardır Narsisizm üzerine çalışmalar yürüten Hakan Kızıltan. Sizi soru ve cevaplarımızla baş başa bırakmadan önce belirtmek isterim ki bunu yazının uzunluğunun elbette farkındayız. Üstelik asansör sunumların, 280 karekterli tivitlerin, 1 dakikalık videoların ve hap bilgi ve çözümlerin olduğu hız çağında. Ayağımıza sıktığımızı düşünebilirsiniz. Bir ikinci kendine sabotaj gibi görünen de söyleşimizin 1 Ocak 2023 Pazar günü yayınlanıyor olması. Yine de böyle olduğu için içimiz rahat, çünkü bazen ‘daha iyi’si olamıyor maalesef.
İyi okumalar ve iyi bir yıl dilerim.
Sevgili Konuğum,
Öncelikle davetimi kabul edip, sana yönelttiğim soruları cevaplamak üzere burada bulunduğun için çok teşekkür ediyorum.
Böyle bir başlıkla bu söyleşi dizisini yapıyorum çünkü tarihin bu döneminde sadece ülkemizde değil tüm dünyada bir eşikte olduğumuzu görüyorum ve bu eşik, yoğun bir gelecek endişesi kadar yeni başlangıçlar ve değişimin yarattığı heyecanın da taşıyıcısı. Nihayetinde bir yanda savaşlar sürerken ya da otoriter rejimler konumlarını korurken ya da iklim krizi kapımızdayken bir yandan da topraksız tarım, güçlenen kimlik hareketleri, sürdürülebilir enerji, tüketim alışkanlıklarımızı gözden geçirmemize sebep olan ileri dönüşüm gibi konu ve kavramlarla da bezeli; dolaylı/ dolaysız duygu durumumuzu da etkileyen pek çok olaya tanıklık ediyoruz diye düşünüyorum. Kişisel duruşum, birlikteyken güçlüyüz fikrinden çıkışla ve ben’ den çok biz’i öncelleyen bir yerden hareketle, bu karmaşanın arasında bize neler oluyor’a daha yakından bakmak ve birlikte düşünmek. Bunun için aklına fikrine, ruhuna güvendiğim sana sormak istiyorum;
Öncelikle mutluluk nedir ve mutsuzluğumuzun sebepleri olarak neleri söyleyebilirsiniz?
Mutluluk en yalın tanımıyla insanın kendisini “iyi” hissettiği olumlu bir duygudurum haline işaret eder. Aslında, bir duygulanımlar kümesinin kategorik etiketidir mutluluk. İçinde sevinci, memnuniyeti ve huzuru, hazzı, heyecanı ve coşkuyu, umudu ve iyimserliği vb barındıran kapsayıcı bir kavram. Sebebi ve kaynağı ne olursa olsun insan mutlu hissettiğinde o an için kendinden ve dünyasından memnundur. Ancak mutluluğun mutedil bir dalgalanma aralığında hissedileni, suçluluk, utanç ve korkudan uzak olanı makbul. İçhuzurun, içsel barış ve dinginliğin eşlik ettiği bu mutluluk hali psikolojik açıdan nispeten sağlıklı bir mutluluk türü aynı zamanda.
İnsanın deneyimlediği mutsuzluğun temelde iki kaynağı olduğunu ileri sürmek mümkün. İlki, bireysel olanın ötesinde türsel bir derinliğe sahip; bu dünyada insan olarak var olmaya uzanıyor kökü. Daha doğrudan bir ifadeyle, insan olmanın bizatihi kendisi başlı başına mutsuzluk sebebi. Mutsuzluğun bu ilksel kaynağı düzeltici müdahaleye kapalı olan ontolojik alan; “varoluşsal mutsuzluk” olarak da adlandırabileceğimiz bu mutsuzluğun dermanı yok, tek çaresi tevekkül içinde, sabırla taşımak. Ancak mutsuzluğun kaynağını aldığı ikinci alan düzeltici, iyileştirici etkilere açık neyse ki. Çünkü ilişkisel bağlam içinde sonradan şekilleniyor; kişinin ebeveyn ve aile ilişkilerine, içinde yaşadığı sosyal, kültürel ve siyasi atmosfere hâkim olan ilişkilenme biçimlerinden güçlü bir şekilde etkileniyor.
Bu iki mutsuzluk kaynağı arasında bir etkileşim mevcut. İlişkisel bağlamda işler yolunda gittiğinde ontolojik nitelikli varoluşsal mutsuzluğu taşımak kolaylaşıyor ama eğer ilişkisel alanda da işler ters gitmişse varoluşsal mutsuzluğun yükün altında ezilmek mümkün. En hafifinden en ağırına psikopatolojiler işte bu durumda ortaya çıkıyor. Nitekim psikopatoloji için, son tahlilde, kronik bir hal almış klinik bir mutsuzluk hali, demek mümkün.
Öncelikle mutsuzluğun ontolojik kaynağına bir göz atalım. İnsan verili doğal koşullarda hayatta kalabilecek bir tür değil aslına bakılırsa. Bir tür sakat hayvan. Ancak kültür denen maddi ve simgesel aletler (ya da protezler) sayesinde bu dünyada hayatta kalabiliyor. Biraz açmak gerekirse, insan diğer hayvanlarla benzer içgüdülere (beslenme, savaş-kaç, üreme vb.) sahip olmasına rağmen, benzersiz evrimsel geçmişi dolayısıyla, söz konusu içgüdüleri tatmine taşıyacak beceri ve donanımdan, bedene içkin “organik ego”dan yoksundur. İçgüdüleri tatmin edecek yeterlilikte ve yetkinlikte “organik ego”nun yokluğu, insani varlığı temellendiren ve onun oluşumuna imkân tanıyan ontolojik bir boşluk meydana getirir. Hayat boyunca nafile kapatmaya çalıştığımız, bizi her daim huzursuz ama aynı zamanda arzulu da kılan varoluşsal boşluk işte bu!
Söz konusu organik yetersizlik ve ontolojik boşluk, yaşantısal düzlemde insanın duygu, düşünce ve davranışlarına ve giderek tüm varoluşuna ve benliğine nüfuz eden kronik bir yetersizlik ve acizlik deneyimine; belirsizlik ve kaygıya ve nihayet ölüm endişesine açık kronik bir varoluşsal krize yol açar. Deyim yerindeyse, insan(lık) varoluşun uçurumunda ikamet eden, her daim varlık-yokluk krizinin pençesinde kıvranan problematik bir varlıktır; bu dünyadaki varoluşunu her daim hüsrana ve ölüme açık travmatik bir mevcudiyet olarak yaşantılar. Hüsrana açık insani-dünyevi mevcudiyet (varlığın bu dünyada insan olma hali yani) insan ruhsallığında Freud’un işaret ettiği «olağan mutsuzluk»un kök sebebidir. Her insanın deneyimlediği şahsi mutsuzluğun kökeninde bu dünyada insan olarak var olmaktan kaynağını alan, dolayısıyla sıfırlanması mümkün olmayan bu “olağan mutsuzluk” yatar.
İnsanın bu dünyadaki varlığına ilk tepkisi şiddetli bir karşı koyma ve itiraz, duygusal bir reddiyedir. Dünyaya ağlaya ağlaya gelen tek hayvandır insan yavrusu. Adeta ruhsal bir refleksle yaşamın ilk anından itibaren problematik insani-dünyevi varoluşundan rahatsızlık duyar ve kurtulmaya çabalar. Bu ruhsal refleks insanın fabrika ayarlarında yer alan kritik bir güdülenmeyle bağlantılı. Söz konusu güdülenmenin en belirgin özelliği, insan olmanın mayasında yer alan eksikliğe, yetersizliğe, sınırlılığa ve faniliğe duyulan tahammülsüzlüktür. Psikanalizin narsisizm kavramıyla ele aldığı bu ruhsal güdülenme insan doğasına dair çok ama çok önemli bir sırrı açığa vurur. Nedir peki narsisizm?
Narsisizm, en temelde, hayalkırıklıkları ve mutsuzluklarla dolu dünyevî-insanî mevcudiyetten kurtulup tümgüçlü bir varlığa dönüşme, cennetsi bir varoluşa ulaşma arzusuna işaret eder. Travmatik insani-dünyevi mevcudiyetini aşmaya güdülenmiş insan, aczini sıfırlamak, muktedir olmak, kursağında kalmış tüm heveslerini gerçekleştirecek, “Ol!” dediğini olduracak tümgüçlü tanrısal kudrete erişmek ve cenneti yaşantılamak ister. Bu arzunun gerçekleşebileceği umuduyla, nicedir özlemini çektiği mutlak ve ebedi mutluluğa, uzun bir hasret parantezini kapatıp nihayet erişeceğini sanrılar.
İnsanın kökensel yetersizliğinden türeyen, insan ilişkileri içinde yaşadığı hayalkırıklıklarıyla güçlenen narsisizm fantezisi ilhamını erken çocukluk çağına özgü tatmin olma deneyimleri esnasında yaşadığı yoğun hazdan alır. Ruhsallığın tamlık idealini amaçlayan temel arzu kipidir narsisizm; tatmin için arzulamanın yeterli koşul sayıldığı, insanlık durumunun sınırlarını yıkmaya yönelik tutku dolu bir arzu; her ihtiyacın tatmin olacağı, benliğin sınırsız imkân ve kudrete, sonsuz mutluluk ve huzura ve nihayet ölümsüzlüğe kavuşacağı ideal, pürüzsüz bir varoluş hali, ruhun ütopyası bir başka deyişle. Narsisizm bireysel ve kolektif tüm fantezi ve ütopyaların merkezinde rol alan çok temel bir ruhsal çekirdektir. Nitekim geçmişten bugüne mitolojik ve dini tüm cennet tasvirlerinde, birçok ideolojik ütopyada bu nihai arzunun izine rastlarız: Açlığın, yokluğun ve yoksunluğun, kaybın ve hayalkırıklığının, tatminsizliğin ve mutsuzluğun, emniyetsizliğin ve nihayet ölümün olmadığı mükemmel bir varoluş hayali.
İnsan narsisizm arzusuna kapıldığı vakit artık tüm mesele bunu mümkün kılacak büyülü nesnenin peşine düşmektir. Hayat, bundan böyle, büyülü nesnenin bitmez tükenmez ama nafile arayışına dönüşür. O denli tutkulu bir arayıştır ki bu, büyülü nesneyi elde etmek ve ruhsallığın tanrısal krallığına girmek uğruna insan hemen her zorluğu ve uğursuzluğu göze alabilir. Tutkulu aşkın, gözükara cesaretin, coşku dolu umudun, sarsılmaz inancın olduğu kadar nefretin ve hıncın, yıkıcılığın, zalimliğin ve hasedin ardında da aynı güdülenme yatar. Ancak bedeli gerçeklikten kopmakla ödenen, bozguna uğramaya mahkûm, belki hoş ama boş bir hayali içeren bu arzu gerisinde hep çokça hayalkırıklığı ve acı, bolca gözyaşı ve kan bırakır. Cenneti ararken dünyayı cehenneme çeviren insan, tanrısallık peşinde koşarken şeytanileşir, arzusu en büyük azabı ve gazabı olur. İnsanın mutlak ve ebedi mutluluk arayışı derin bir mutsuzlukla son bulur!
İnsanın mutsuzluğunun önemli bir kısmı narsisistik arzuya kapılmaktan kaynaklanır. Mitolojik, dinsel ve spiritüel, edebi ve psikanalitik kayıtlara alınmış insanlığın tüm bilgelik hafızası ibretlik öyküler aracılığıyla insanı ve insanlığı bu arzuya kapılmaması için ısrarla uyarır. Gılgamış Destanı, Âdem ile Havva hikâyesi, Odiseus’un Siren hikâyesi, Yüzüklerin Efendisi vb. öykülerin hemen hepsi şu mesajı verir: Narsisizm arzusuna kapılmak insana, insanlığa ve ilişki içinde olduğu dünyaya, canlı ve cansız tüm varoluşa felaket getirir!
Peki, mutluluk peşinde koşan insanı düşmesi muhtemel narsisizm tuzağına karşı uyardıktan sonra ona ne önerebiliriz? Mutluluk arayışının daha makul bir yolu var mı, yoksa tümden vaz mı geçmeli bu arayıştan? Evet, insan olmak zor zanaat; varoluşun yükünü taşımak zahmetli. Peki, bu yükü «delirmeden», «sapıtmadan», «kanıp, kandırmadan» taşımanın ve bunu yaparken mutlu da olabilmenin bir yolu yordamı var mı, varsa nasıl? Psikanaliz, felsefe ve bilim ortaklığı, insani-dünyevi mevcudiyetin yükünü taşımanın inceliklerine ve mutluluk ihtimaline dair bilgece düşünme imkânı sunuyor bize.
Büyümenin, olgunlaşmanın, iyileşmenin, bilgeleşmenin ve hakiki mutluluğun yolu bu dünyaya bağlanmaktan ve insan olmakla yetinmekten geçiyor, diyeceğim en kestirmeden. Söylemesi kolay ama zorlu ve özellikle çocukluk dönemini düşündüğümüzde önemli ölçüde insanın iradesi dışında gelişen bir süreçten bahsediyorum aslına bakılırsa. Biraz açayım: Hepimiz bu dünyayla onun temsilcileri aracılığıyla karşılaşır ve ilişki kurarız. Psikanalitik terminolojide “önemli öteki” olarak nitelenen söz konusu dünya temsilcileri öncelikle anne ve babamız olmak üzere, kardeşler ve yakın aile üyeleri, onların yansıtılmış ve güncellenmiş versiyonları olan arkadaşlar, dostlar, öğretmenler, ustalar vb ve nihayet simgesel versiyonları olan doğa, insanlık, devlet ve tanrı gibi ötekileri kapsar.
İnsanın içdünyası bilhassa erken çocukluk çağında önemli ötekilerle etkileşiminde yaşantıladığı olumlu ve olumsuz deneyimlerle şekillenir ve zamanla insan kendine ve hayata dair belirgin bir hükme ve hissiyata ulaşır. İnsanın bu dünyaya bağlanabilmesi ve mevcudiyetin insan haliyle yetinebilmesi için iki temel ruhsal ihtiyacın karşılanması gerekir: Değerli bir varlık olduğunu hissetmesi ve insani-dünyevi mevcudiyetten narsisizm fantezisine kaçışın uygun biçimde ketlenmesi. Birinci ihtiyacı gören işlev, psikanalitik terminolojide, anne işlevi, ikincisi ise baba işlevi adını alır. Anne işlevi sayesinde benlik yaşantıladığı deneyimlerin gerçekliğinin önemli öteki tarafından onandığını ve kapsandığını, ilave bir varlık performansı göstermeksizin sadece ve sadece var olduğu için değerli olduğunu hisseder. Baba işlevi sayesinde ise, önemli ötekinin kılavuzluğunda varlığının sınırlarını ve sınırlılığını ve imkânlarını keşfeder; mümkün ile imkânsız arasındaki hassas çizgiyi ayırdedecek sağduyuya ulaşır.
Önemli ötekilerin üstlendiği anne ve baba işlevlerinin ruhsallığı yapılandıran işlevler olduğunu bilmek önemli. Benliğin anne işlevi ve baba işlevi gören yetişkinlerle yaşadığı deneyimlerin sonucunda, insanın hayatı onun aracılığıyla deneyimleyeceği ilişki kalıbı (nesne ilişkisi) içdünyasına içselleşir. Önemli ötekiler aracılığıyla deneyimlediği dünyaya dair bu içdünya temsili, kişinin bu dünyaya bağlanıp bağlanamayacağını, reddetme eğiliminde olduğu insani-dünyevi mevcudiyetine nihayet rıza gösterip gösteremeyeceğini belirleyecektir. Bunu ne kadar çok vurgulasak azdır! Elbette insan içgüdüsel olarak bu dünyayı reddetme eğiliminde olduğu gibi bu dünyaya bağlanma eğilimi de gösterir. İçdünya temsilinin niteliğine bağlı olarak bu iki eğilimden biri içdünyaya baskın hale gelecek, olumlu içdünya temsili insanı bu dünyaya bağlarken, olumsuz temsil, insani-dünyevi mevcudiyetten kurtulup narsisizm fantezisine kaçışı körükleyecektir.
Her şeyin olabildiğince yolunda gideceği optimal gelişim süreci içinde içdünyaya hâkim olan olumlu benlik-dünya ilişki kalıbı sayesinde içdünya benliğin sevdiği ve sevildiğini hissettiği içsel bir yuvaya dönüşür. Dünya, benliğe dost temsilcileri aracılığıyla iyi bir dünya olarak yerleşiverir insanın içine. Mısırlı yazar Necip Mahfuz’un çok güzel bir yuva tanımı vardır: Yuva doğduğumuz ve büyüdüğümüz yer değildir, der Mahfuz, yuva tüm kaçma girişimlerinin son bulduğu yerdir! Böylesi bir içdünya insanın bu dünyadaki mevcudiyetinden sanrısal kaçma (aslında bir türlü kaçamama, kaçtığını zannetme) girişimlerini yatıştırır. Onu hayatın zorlukları karşısında dayanıklı kılar. Onu hiç terk etmeyen içsel bir dost olarak dış dünyadaki kayıplara karşı onu avutur, sağlıklı bir şekilde yas tutabilmesini ve bu kayıptan sonra da hayata devam edebilmesini mümkün kılar. İçsel yuvanın kurulmasıyla birlikte benlik artık narsisizm arzusunun ayartmalarına kolay kolay kapılmaz. İnsan olmaklığıyla yetinecek kalenderliğe, nihayet bu dünyaya kanaat edecek ruhsal tokluğa erişir. İnsani-dünyevi mevcudiyetin yasını ve neşesini aynı anda yaşantılayacak ruhsal hacme ulaşır.
Sevginin nefrete, yaratıcılığın yıkıcılığa, mutluluğun mutsuzluğa galip geldiği bir tür yuvaya dönüşmüş içdünya insanda kapsayıcı bir bilincin temelini oluşturur. Kapsama (containment) kavramı psikanalizin en değerli kavramlarından biridir. İngiliz psikanalist Wilfred Bion’un soyutladığı bu kavram benliğin olumlu veya olumsuz, hoşuna gitsin veya gitmesin tüm deneyimleri, herhangi birini yok saymadan kucaklama, farkındalık alanında tutma kapasitesine işaret eder. Kapsayıcı bilinç olarak ifade edeceğim bilinç ise söz konusu kapasiteyi işleten bilinçtir; böylesi hacimli bir bilince sahip olan benlik mümkün tüm deneyimleri yaşantılama özgürlüğüne sahiptir. Söz konusu deneyimler çatışma yaratsa da, suçluluk, utanç veya korkuya yol açsalar da yok sayılmazlar; bastırmaya maruz kalmadan bilincin bünyesinde tutulmaya devam ederler. Kişi farkındalık alanı içindeki yaşantıladığı deneyimlerin içinden kendisi, öteki ve gerçekliğe en uygun bulduğunu davranışa dönüştürmeyi seçer. Tekrar vurgulayalım, tüm bunları içdünyasına içselleşmiş olumlu, sevgiye dayalı benlik-dünya ilişki kalıbı sayesinde kotarabilir.
Kapsayıcı bilinç insanın ve insanlığın ulaşabileceği nihai bilinç halidir. Ruhsal büyümenin, olgunlaşmanın, iyileşmenin, bilgeleşmenin bilincidir. Aynı zamanda hakiki mutluluğun da bilincidir kapsayıcı bilinç. Bu dünyada tadacağımız hakiki mutluluğun temellendiği bilinç halidir. Bu bilinç, ağzı kulaklarına varan mutluluğu vadetmez insana; acısı tatlısı, tüm deneyimleriyle hayatı kucaklayabilmenin derinliğine hissedilen mutluluğunu, nihayet insan olabilmenin ve dünyaya yerleşebilmiş olmanın mütevekkil huzurunu yaşatır insana. Kapsayıcı bilincin yokluğu, bireysel ve toplumsal mutsuzluğun belki de en önemli nedenidir. İnsanın/insanlığın ilişki içinde olduğu tüm varoluş boyutlarda yaşantıladığı problematik durumların kaynağını oluşturur. En ağırından en hafifine hemen tüm psikolojik sorunların oluşumunda, yoğun korku, suçluluk ve utanç vb duygulara neden olduğu için bilincin taşımayı, kapsamayı reddettiği deneyimlerin payı vardır. Bireysel psikopatolojide, ilişkisel problemlerde, kültürel ve siyasi ilişkilerde yaşanan yıkıcı sorunlarda, canlı ve cansız doğanın insanın elinden çektiği ıstırapta insanın kendinin de içinde olduğu “Varlığı” şefkatle kucaklamasının eksikliği hep hissedilir.
Kanımca hepimizin varoluşsal ödevi kapsayıcı bilinci kendimizle ve dünyayla olan tüm ilişkilerimize hâkim kılmaya çalışmak olmalı. Bu bilinci iç dünyamıza ve dış dünyamıza; canlı ve cansız tüm dünyayla olan ilişkilerimize aktarmalıyız. Kapsayıcı bir anne ve baba, kapsayıcı bir eş ve sevgili, kapsayıcı bir arkadaş, dost ve yoldaş, kapsayıcı bir öğretmen, usta, kapsayıcı bir yönetici ve lider, kapsayıcı bir doktor, psikoterapist ve mühendis, varlık gösterdiğimiz her alanda kapsayıcı bir insan olmaya çalışmalıyız. Tüm farklılıkları kucaklayan kapsayıcı bir toplum, kapsayıcı topluluklar ve kurumlar inşa etmeliyiz; kapsayıcı bir siyaseti hâkim kılmaya çalışmalıyız ülkemize ve dünyaya. İnsanın doğayla ilişkisine, ağaçlarla, dağlarla, suyla, taşla, toprakla, börtü böcekle ilişkisine yayabilmeliyiz bu bilinci. Doğanın hâkimi değil parçası olduğumuzu hissedebilecek bilince yükselmeliyiz. Kendimize, diğer insanlara ve dünyaya şefkatli ve gerçekçi bir anne ve baba gibi yaklaşmayı denemeliyiz her seferinde. İnsanın en anlamlı uğraşı budur, diye düşünüyorum. Bir insan olarak hayatımı, bir psikoterapist olarak mesleki pratiğimi anlamlı kılan da son tahlilde bu praksistir.
80’li yıllardan beri “Mutluluk” epey büyük bir pazar ve özellikle de kurtuluş umudu pazarlanıyor ağırlıklı olarak da. İyi ve sağlıklı olmakla ilgili hepimizin ekranına her gün onlarca veri düşüyor. Öncelikle kurtuluş mümkün mü? Mutluluk endüstrisi içindeki tuzaklara düşmeden yine de iyiliğimiz ve sağlığımız, dolayısıyla mutluluğumuz için yapabileceklerimiz neler var? Hem bireysel hem toplumsal düzlemde “Mutlu Olma İhtimalimizi” nerede görüyorsunuz ve neyin hayalini kuruyorsunuz?
Mutluluk insan için o denli güçlü bir ruhsal talep ki kapitalizmin buna kayıtsız kalması beklenemez. Mutluluk endüstrisi, kabaca tanımlarsak, -sözüm ona- bu talebi karşılayacak arzın, arzu nesnenin üretildiği ve pazarlandığı simgesel bir alan. Kapitalizmin ekonomik-politik bir sistem olarak en ilginç yanı (veya bir psikolog ve psikoterapist olarak bana en ilginç gelen yanı diyeyim) narsisizm arzusuyla ilişkisinde yatıyor. Kapitalizmi, ekonomik-politik bir sistem olmanın yanı sıra insan ruhsallığı ve özellikle narsisizm arzusuyla bağlantısı üzerinden okuduğumuzda tüm irrasyonel ve yıkıcı özelliklerine rağmen nasıl hala devam edebildiğini ve hala çekiciliğini koruduğunu çok daha iyi anlayabiliyoruz. Kapitalizm, pürüzsüz varoluşu arzulayan narsisizmin ekonomi-ruhsal-politik olarak örgütlenmiş hali adeta. Yaslandığı arzu dinamiği o kadar güçlü ki, aşılması sadece politik bir mücadeleyi değil yoğun bir ruhsal bir mesaiyi de gerektiriyor. Anti-kapitalist siyasetin, işin bu ruhsal dinamiğini hesaba katması son derece önemli kanımca.
Modern zamanların bir tür narsisizm çağı olduğuna dair saptama uzun zamandır birçok ruhbilimci, toplumbilimci ve filozof tarafından dile getiriliyor. Modern kapitalizmin arzuyla ilişkisine baktığımızda bu saptama haklılık kazanıyor. 80’li yıllar kapitalizmin içsel dinamiğinde radikal bir değişimin yaşandığı yıllar oldu. Dünya kapitalizmine Reagan-Thatcher ikilisinin liderlik ettiği, Türkiye’de ise Turgut Özal’lı yıllar, hatırlayalım. Bu dönemde dünya önemli ekonomi-politik değişimlere tanıklık etti. Reel sosyalizm çöktü, küreselleşme zirve yaptı.
Kapitalizmin bilimsel ve teknolojik ilerleme sayesinde doğayı arzuları doğrultusunda sömürebilme becerisinde giderek ustalaştığı, muazzam hareket serbestisiyle tüm dünyayı yekpare bir pazara dönüştürdüğü bu özel dönemde yepyeni bir evreye giren kapitalizm arz-talep dengesinde önemli bir mevzi kazandı; artık kapitalizm için mesele toplumsal talebin gerisinde kalan meta arzı değil, toplumsal talebi kat be kat aşan fazlalıktı. Kapitalizmin evrimine paralel olarak yeniden örgütlenen toplumsal hayatın yanı sıra ruhsallık da dönüştü elbette. Bunun en önemli sonucu ise arzunun dinamiğindeki değişim oldu. O zamana dek insanı (narsisizm) arzusu karşısında nispeten temkinli olmaya ve hatta kaçınmaya teşvik eden kapitalizm artık insanlığı daha cüretkâr olmaya kışkırtıyordu. İnsan(lık) artık arzulara kapılmaktan korkmamalı bilakis kucağına atılmalıydı. Cenneti yaşamak için ölmeyi beklemeye de gerek yoktu artık. Geleneksel dinleri tahtından indiren kapitalizm seküler bir din olarak cenneti bu dünyada vaat ediyordu!
Üretimdeki bolluk narsisizm arzusunu adeta azdırdı. Artık insanlık kapitalizmin bolca ürettiği fetiş nesneler sayesinde “insani-dünyevi varoluşun sefaleti”nden nihayet kurtulup bu dünyada narsisizm cennetine ulaşabileceğini sanrılar oldu. Zaman tasarruf zamanı olmaktan çıkmıştı. Vakti zamanında tasarruf telkin edilen, arzularından feragat etmeleri veya ileri bir geleceğe ertelemeleri, sabretmeleri ve sebat etmeleri istenen kitleler artık tüketmeye ve daha çok tüketmeye çağrılıyordu. Geçmişte para biriktirmeleri için çocuklara kumbara hediye eden bankaların yerini çocuklara özel kredi kartı pazarlayan bankalar almıştı. Devir biriktirmek değil harcamak, perhiz değil tüketmek, sabretmek değil hemen elde etmek, sebatla çalışmak değil ne yolla olursa olsun parayı bulmak, tasarruf değil israf devri olup çıkıvermişti.
Her devir kendi kişilik yapılanmasını gerektirir, diye yazmıştı Amerikalı tarihçi ve kültür eleştirmeni Christopher Lasch. Temelde narsisistik arzudan uzak durmaya dayanan nevrotik kişilik artık yeni dönem için kullanışlı olmaktan çıkmış, narsisistik arzuyu tatmin edebilecek fetiş nesnelerin gerçekten var olduğu sanrısına kapılmış, önündeki engellerin gereksiz olduğu inancıyla arzuya sınırsız serbestlik talep eden, narsisizm arzusuyla güdülenen yeni bir kişilik ön plana çıkmıştı: Narsisistik kişilik! Narsisistik arzu nesnesinin kendini yalnızca biyolojik kökenli içgüdüsel gereksinimleri değil varoluşsal sınırlılığı sıfırlamak suretiyle benliği, her arzunun tatmin edilebildiği yanılsamasını içeren mutlak narsisizm cennetine taşıyacak büyülü bir nesne olarak takdim ettiğini hatırlayalım. İnsanlık kapitalizm aracılığıyla narsisizm yanılsamasının mümkün olduğuna inanmayı sürdürür; cep telefonlarından, son model arabalara, son nesil teknolojik ürünlerden ışıltılı giysilere,“eskort arkadaşlık”lardan cinsel fantezi ürünlerine dek arzu nesnesini somutlayan bilcümle fetiş nesneleri satın alırsak şayet, ontolojik gediğin kapanacağını, “insan olmanın sefaleti”nden nihayet kurtulup narsisizm cennetine kavuşacağımızı vaadeder bize. Her bir ürünüyle her birimize pazarladığı bu yanılsamadır aslına bakılırsa. Kapitalizm gücünü, esnekliğini ve yenilenebilirliğini, insanın yoğun zaaf beslediği bu arzu dinamiğinden alır.
Günümüz modern insanının doymak bilmez ihtiraslarını, hırslarını ve açgözlülüğünü güdüleyen ve kronik mutsuzluğa yol açan gerçekleşmesi imkânsız boş bir hayâle kanmış olmasıdır. Ne denli tatmin bulsa, kazanım sağlasa, ne denli başarı elde etse de hep bir şeyler eksik ve yarım kalmaktadır. Nitekim fetiş nesneleri elde ettiğimizde elimizde nasıl birer bayağı nesneye dönüştüğünü hepimiz kendi deneyimlerimizden biliriz. Arabamızın modeli eskir, vitrinde mankenin üzerinde beğenip satın aldığımız ışıltılı elbise nedense bizim üzerimizde o kadar da şık durmaz; bir zamanlar peşinden koşulan o güzel sevgili zamanla sıradanlaşır, eski heyecanı uyandırmaz; üzerine titrenen yeni eşya çok geçmeden hor kullanılır. Ancak her hüsranın ardından bir başka nesneyle arzumuz yine baştan çıkıverir; “Onunla olmadı, belki bununla olur” diyerek. Sistemin kışkırtmasıyla boş bir hayâlin peşinde koşup yorulmuş, beyhude bir arayışın çıkmazında tıkanmış ruhun son durağı anlamsızlık duygusunun hâkim olduğu nihilist depresyondur. Kapitalizm, oluşumunda pay sahibi olduğu bu mutsuzluğu da metalaştırır huyu gereği.
Mutluluk endüstrisi, kapitalizmin, çağın mutsuz insanına çare olarak sunduğu palyatif bir tedavi olarak ortaya çıkar. Hakiki bir iyilik sunmaz, varoluşsal ağrıyı geçici olarak dindiren ancak hemen sonrasında daha fazla doza muhtaç hale getiren bir tür afyondur olsa olsa. İnsanın insan olmaklığından kaynaklı olağan, pürüzlü varoluşundan kurtulabileceği umudunu ve sanrısını pazarlar. Olmayan bir şeyi satmaya çalışan bir tür ruhsal dolandırıcılık son tahlilde. Mutluluk endüstrisinin bünyesinde birçok disiplini ve pratiği istihdam ettiğini gözlüyoruz. Genel tıp, psikoloji, psikiyatri, psikoterapi, estetik cerrahi, estetik bakım, sağlıklı beslenme, spor, hijyen, kişisel gelişim, “new age” spiritüel yaklaşımlar, yoga ve meditatif uygulamalar vb bu endüstri bünyesinde narsisizm arzusuna uygun olarak kötüye kullanılır. Mutsuzluktan, hastalıktan, yaşlanmaktan ve ölmekten, çirkinlikten, sıradanlıktan ve yoksulluktan adeta tiksinen günümüz modern kültürü mutluluğu, sağlığı, ölümsüzlüğü, estetik güzelliği, şanı, şöhreti, statü, zenginliği, iktidar ve mülkiyeti fetiş derecesinde yüceltir. Amaç son tahlilde insani-dünyevi mevcudiyetin olağan pürüzlerinden kurtulmak, mükemmel ve pürüzsüz bir varoluşa ulaşmaktır. Elbette sağlığımız ve mutluluğumuz için özen gösterip kafa yoracağız ancak sonsuz ve mükemmel bir hayatı arzulayan narsisistik arzunun “yaşamsever” bir güdülenme olmadığını, “Öteki”nin aleyhine yalnızca kendi varlığını önemseyen, inkara dayalı “yaşamsevici” bir güdülenme olduğunu gözden kaçırmamalı.
Günümüz kültürüne hâkim olan ruhsal manzara aşağı yukarı böyle. Narsisizm arzusunun kuyruğuna takılmış insanlık kendisiyle birlikte tüm bir gezegeni felakete sürüklüyor. İnsanlığın kadim ve modern tüm bilgelik hafızası bu arzuya kapılmanın sonunun büyük bir yıkım olacağını tekrar tekrar hatırlatıyor; insanın ve insanlığın en erdemli ve en zorlu imtihanının topyekûn hüsrana yazgılı bu sahte vaade direnmek olduğunu salık veriyor. Kurtuluş olacaksa şayet sonu felaket olan bu arzuya kapılmaya kaçınmaktan ve bu dünyaya bağlanmaktan, kapsayıcı bilinci iç dünyaya ve dış dünyaya hâkim kılmaktan geçiyor. Bu dünyanın yuvamız olduğunu anlamaktan, canlı ve cansız tüm varlığı ailemiz olarak hissetmekten ve nihayet insan olarak bu ailenin ve yuvanın bir parçası olduğumuzu idrak etmekten geçiyor kurtuluş ihtimali. Bu bilinç henüz ana akım bir bilinç değil maalesef ancak öyle de olsa geçmişten bugüne epey temsilcisi ve taraftarı, uğruna mücadele vermiş ve halen veren epey taşıyıcısı var. Hayalim bu bilincin insanlığın hâkim bilinci haline gelmesi. Umalım ki, insanlığın ve gezegenin sonu gelmeden ortak niyet ve irademizle gerçek olsun bu hayal.
Dünyada ve kendi dünyanda bugünlerde neler, neden dikkatini çekiyor? Mesleki ve kişisel bilgi birikiminizle de bugünlerde hangi konular üzerine eğiliyorsun/çalışıyorsun?
Uzun süreden beri mesleki olarak narsisizm meselesi üzerine kafa yoruyorum. İnsanın ve insanlığın ruhsal ve dışsal gerçekliğinden kaçma eğilimini anlamaya çalışıyorum. Bireysel veya toplumsal, her hâlükârda, sorunlara yol açan bu kaçışı zarif biçimde engellemenin, insanı kendine ve bu dünyaya bağlamanın kişisel ve toplumsal koşulları ve yolları üzerine düşünüyorum. Aslında tekil olarak insan, bir bütün olarak insanlık için büyümenin, olgunlaşmanın, iyileşmenin ve bilgeleşmenin ne anlama geldiğini anlama çabası bu. Bireysel ruhsallığı, memleket ve dünya halini bu gözle anlamlandırmaya çalışıyorum. Mesleki ve insani bakışım ve pratiğim bu perspektif içinde giderek bir bütünlüğe kavuşuyor.
Sizi endişelendiren neler var?
İnsan(lık)için büyümek, olgunlaşmak, iyileşmek zor ve çokça ayak dirediği bir süreç. Memleketin ve dünyanın durumu bugün ve gelecek için çoğu zaman herkes gibi beni de umutsuz kılıyor. Böyle gelmiş, böyle gidecek belki de! İnsan bu dünyadan ve kendinden tiksinmeye devam edecek; bu dünyaya bir türlü bağlanıp da yerleşemeyecek, kendini ve dünyayı bir türlü sevmeyi beceremeyecek, kırıp dökmeye, kan akıtmaya devam edecek. Ne kendine ne doğaya huzur verecek… ta ki yok olana dek!
Sizi umutlandıran neler var?
İnsanın içindeki yaratıcı, yaşamsever ve iyicil damarın olduğunu biliyorum. Kendini ve bu dünyayı olduğu haliyle sevebilen ve bağlanabilen varoluşsal tevazuundan haberdarım insanın. Varlığı kusurlarıyla kucaklayan ve sevebilen insani potansiyelin varlığına ve gücüne güveniyorum. İyi dünyayı içinde ve dışında yaşatan ve yaymaya çalışan insanların varlığı güç veriyor bana. Binlerce yıllık tarihi boyunca türlü badirelerinden sağ çıkmış insanlığın mücadele birikimi, hafızası ve sağduyusu benim için iyimserlik kaynağı. En önemlisi şu ki, umutluyum çünkü hayat devam ediyor. Ve mademki hayat devam ediyor, demek ki hayatın güçleri hala işbaşında, o halde bizlere düşen de safları sıklaştırmak olmalı.
Cevapların için çok teşekkür ederim. Safları sıklaştırmanın önemine yürekten katılıyorum ve ilişkinin, bağın, temasın bize ne kadar iyi geldiğini, hayatın her alanında gözlemliyorum. Aklına, ağzına sağlık, tekrar görüşmek üzere, hoşça kal.
Klinik Psikolog -Psikoterapist Hakan Kızıltan
Söyleşiyi yapan Aytül Hasaltun Bozkurt